Benim, 1989 tarihinde İstanbul’da yapmış olduğum basın açıklamasıyla, Türkiye’nin dürüst devlet yöneticilerini ve vatandaşlarını bilgilendirmeyi gerekli görmüştüm. Daha öncesinde ise Türkiye devletinin en üst düzeyinde görevli olan yetkili yöneticilerini bilgilendirmiştim. Önce şikâyet müracaatıyla ilgili makamları göreve davet etmiştim. Birçok kurum resmi ifademi almıştı. İstanbul Emniyet Müdürlüğünün hukuk bürosu müdürü, il Emniyet Müdürü, Emniyet Genel Müdürlüğü hukuk bürosu, Emniyet Genel Müdürü, İçişleri bakanının kendisi ve milli emniyetin en üst düzey görevlisi ve bazı daire başkanlarıyla birebir görüştüm. Hepsi olayları çok iyi bildiklerini, benim resmi şikayetten vazgeçmemi istiyor ve ısrar ediyorlardı. En çok dürüst davranan kurum MİT idi. MİT, bu sorunların devletin temel ve derin yaraları olduğunu, aşmak için zaman gerektiğini söylemişlerdi. MİT içinde bazı üst düzey görevlilerinin kirli işlerin içinde olduklarını da bildiklerini öğrendim. MİT, kurum olarak kirli çalışmaların içinde değildi ama düzeltmenin zorlukların da bildiklerini izah ediyorlardı. Emniyet ise kurum olarak sistemli kirli işlerin koordinesini yürütüyordu. Emniyet içinde, az da olsa Hanefi Avcı gibi rüşveti, kanunsuzluğu uygun görmeyenler de vardı ama pek etkili olamıyorlardı. Bu hususlarla ilgili çokça açıklamalarım vardır. Şimdi özetle açıklama yapıyor olmamın nedeni, niye basın açıklaması yapmak zorunda kaldığımı izah etmektir. Olayları resmi makamlara yazılı ve sözlü olarak izah ettim. Her makam, her kurum ve görevlilerin, hepsinin olayları benden çok daha iyi bildiklerini ve çoğunun da kirli işlerin içinde olduğunu gördüm. Daha da kötüsü, yetkili kurumlara yazılı ve sözlü olarak durumu izah ettim diye, sistemli saldırı ve baskıya hedef oldum. İşyerlerim işletilemez hale getirilecek şekilde baskılara hedef oldu. Devlet adına hareket edenler işlerimi yürütemez hale getiriyorlardı. Beni ölümle tehdit ediyorlardı. Bende boyun eğmek yerine basın açıklaması yapmıştım. Basın açıklamasından beni alıp İstanbul Emniyet Müdürlüğü ikinci şubesine götürmüş ve 17 gün sürekli olarak işkence yapmışlardı. Bunun etkisiyle içişleri bakanı müdahale etmişti ve ben koma halinde sedye ile hastaneye kaldırılmıştım. Çapa Tıp Fakültesinde iki gün sonra kendime gelmişim. Doktorlar, işkencecilerden çok daha fazla ahlaksız ve faşist kişiliklerdi. O dönemin içişleri bakanının baskısı İstanbul polisi ve Çapa’nın doktorlarını beni yaşama döndürmek zorunda bırakmıştı. Bundan sonra Türkiye devletinin kurumlarının suçlu yöneticileri, beni uyuşturucu kaçakçısı ve PKK finansörü olarak suçlamaya başladılar. Sürekli, beni uydurma suçlamalarla iki kez filli saldırıya uğramam sürecinde kendimi savunmaya yöneldiğim gibi devletin yönetiminde etkin olan birçok dürüst insanla birlikte hareket ederek, devlet kurumlarını suçlu kişiliklerden arındırmak için çok çalıştık.
Devletin üst düzeyinde etkili görevde olan dürüst ve onurlu şahsiyetler benim, Türkiye de can güvenliğimin sağlanamayacağını söylediklerinde ilk kez Türkiye de gerçek anlamda bir devlet yapılanmasının oluşamayacağını kabul ettim. Ya o pislik yönetim tarzının bir parçası olacaktım ya da Türkiye’yi terk edecektim. Ailem kalabalıktı. İşyerlerim Türkiye’deydi. Ayrılmak kolay olmayacaktı. Ayrılmasaydım, çocuklarımın da ayni pislik ortamında yaşamak zorunda kalmalarını kabullenmem gerekirdi. Ayrılmaya karar verip hazırlığa başladığımda devletin önemli kurumlarında görevli olan arkadaşlarımdan samimi ve etkin destek gördüm.
Sürekli olarak arabalarımda polis müdürlerine ait siren vardı. Emniyet müdürlerinin ellerinde var olan telsizle dolaşıyor ve emniyetin tüm telsizlerini dinliyordum. Hassas bölgeleri devlet konuklarını ve devlet görevlilerini koruma şubelerinin çalışmalarını denetlemeye yetkili kimlik ve belgelerim vardı. Sürekli olarak polis kimliğini taşıyan şoför, arabamı kullanırdı. Çoğu zaman ek olarak polis aracıyla eskort ve arkadan korumam vardı. O durumda bile saldırıya maruz kalmıştım. 1990 yılının sonundan itibaren Türkiye’ de gizli yaşıyordum. 1991 yılının başında, ilk çocuğumun doğumundan birkaç ay sonra, çok üst düzey emniyet ve başka kurumlarda etkin görevde olan dört arkadaşım ve bir elemanımla iki araba ile Türkiye’den ayrıldım. Ama bütün Türkiye, benim İstanbul’da olduğuma inanıyordu. Bazen önemli işlerim için birkaç günlüğüne Türkiye’ye girip çıktım. Durumun düzelmeyeceğini gördüm. 1991 yılını, 1992 yılına bağlayan geceyi Türkiye dışında geçirdim. İkinci çocuğunun doğumu için 1992 yılının Mart ayında Türkiye’ye kısa bir giriş, çıkış yaptım. Beni çocuğumun doğduğu hastanede tutuklamak için pusu kurmuş olan özel ekibi bizim arkadaşlar tutukladı. Beni koruyanlar ve beni tutuklamaya gelenleri tutuklayıp beni kurtarmaya gelenleri tutuklayıp beni kurtarmaya gelenlerde dürüst emniyet mensubu görevlilerdi. O şartlar altında Türkiye’de yasayamazdım. Beni tutuklamaya gelmiş olanlar emniyetin kirli kolundan idiler. Ben tutuklagip öldüreceklerdi. Ben kurtarmaya gelmiş olanlar ise, devletin emniyetin dürüst kolundan idiler. Yani Türkiye o haldeydi.
Son giriş çıkışım esnasında, özellikle çıkış süreci benzeri görülmemiş film sahnelerini aratmayacak olaylar yaşandı. Son çıkışımda diplomat pasaport ve korumalarla olabildi. Romanya ve Dubai üzerinde Güney Afrika’ya yerleştim. Dünyanın diğer devlet yetkilileri ve basın çevresiyle ilişkilerim ve açıklamalarım öyle başladı. Yapmış olduğum açıklamalarımın hiçbir tanesi ve suçladığım devlet görevlilerinin hiçbiri için ‘‘aleyhimde yalan söylüyor, iftiradır” diye bir dava açılmadı. Med TV’de yapmış olduğum ilk açıklamayla ilgili 1995 yılında Ankara’da; devleti küçük düşürmek, devletin bölünmez bütünlüğünü ihlal ve ülkenin bir kısım topraklarında başka bir devlet kurmayı amaçlayan açıklamaları nedeniyle komik bir dava açıldı. 24 Aralık 1995 yılında ben Hollanda’da rehin alınınca, aleyhinde siyasi bir dava kalmasın diye Adalet Bakanlığının talimatıyla aynı mahkeme; ‘‘Üç ay içinde aynı suçu işlemezse” gibi ucuz gerekçeyle dosyayı kapattılar. Aslında o mahkeme kararının kendisi suçtur. Çünkü o dönemde suçlanan şüpheli mahkeme huzurunda ifade vermeden karar verilemezdi. Türkiye de aleyhim de siyasi bir davanın varlığı Hollanda yargısının, beni Türkiye’ye iade etmesine yasal bir engeldi. 1995 yılında Türkiye ve Hollanda arasında yapılmış olan anlaşmaya göre benim aleyhimde siyasi bir dava olmaması gerekiyor. Anlaşmanın temeli ise Hollanda devleti benim nerede olduğumu kabul edecek ve bir oyunla Türkiye’ye teslim edecekler. Türkiye devleti ise Türkiye de Hollanda Adalet Bakanlığı yardımcısı Joris Demmink dahil üst düzey devlet görevlilerinin küçük çocuklara tecavüz ederken yakalandıkları davayı örtbas edecekti. Bu anlaşmanın resmi belgeleri ve Türkiye polis görevlilerinin bu konu ile ilgili yeminli ifadeleri de mevcuttur.
Güney Afrika’dan İngiltere’ye geçişim ve Hollanda ile Türkiye arasında yapılmış olan gizli ve kanunsuz anlaşma sonucu Hollanda’da tuzağa düşürülmem ve sahte belgelere dayalı olarak tutuklanmış olmamın nasıl başladığını izah etmeye çalıştım. Durup dururken ülkemi terk etmedim. Türkiye devletinin, tüm kurumlarıyla yönetimi ve işleyişiyle, devlet yapısından uzaktı. Devlet yönetiminde birileri gerçek anlamda uygar devlet yönetim işleyişine yönelik çalışmalara yönelmeleri devlet düşmanı olarak ilan edilmeleri ve hedeflenmeleri için yeterliydi. Merhum Özal’ın salt bu nedenle hedeflenip katledildiğini detaylarıyla bilenlerdenim. Katledilmesi yetmedi, çocukları sistemli olarak diskalifiye edilip etkisizleştirildiler. Türkiye’de farklı etnik kökenden olan insanlar vardır. Türk diye bir ırk veya etnik kökenli tek bir insan bile yoktur. Türk kökenli bir hayvan bile yoktur. Osmanlılar birçok etnik kökenden oluşmuştu. Türkmen, Tatar, Özbek, Yörük, Azeri, Kurd vesaire. Birinci Dünya savaşının egemenlerin ulus devlet, yapısını oluşturup geliştirmeyi kendi çıkar malzemesi olarak kullandılar ki koca Osmanlı imparatorluğunu ortadan kaldırmayı becerebilsinler. Haçlılar büyük bir oyun ile Osmanlı mensubu ırkların hepsinin Türk milleti olarak tanınmasını öne çıkardılar. Ziya Gökalp, Mustafa Kemal ve benzeri mikropları kuvayi milliye adı altında bir arada topladıklarıyla Osmanlıdan kopardıkları bir parçaya Türkiye adını verdiler ve yönetimini de mikroplara verdiler. 1923 yılından itibaren de ‘‘Türklük’’ kimlik olarak icat edilerek, Türkiye de yaşayan herkes Türk’tür tabiri resmileşti. Uydurma ve köksüz olarak ama zorla köklü ırklardan bir Türk ırkı kabul ettirmek dayatıldı. Yüz yıldır bu zulüm barbarca uygulamalarla sürdürülüyor. Türkiye de gerçek ve uygar bir devlet yapılanmasının oluşamamasının temel nedeni budur. Bu yüz yıllık süreçte ucuz hesaplarla ‘‘bendeji tırkım” demeyi kabullenen çok küçük bir Kurd nüfuz oranı da oluştu. Soylu Kurd halkının yüzde doksandan fazla nüfus oranı, tüm zulüm, baskı ve sistemli soykırım uygulamalarına rağmen, asil Kurd kimliğini korudu, Köksüz olan Türklük ırkının kalıcı olabilmesi için Türkiye’de herkesin Türklüğü kabul etmesi dayatılmış. Biz Kurdler, bu maskaralığa sığmadık. Aslımızı inkâr edip haramzadeleşmeyi reddettik. Bizim, soylu halkımızın, son yüz yıllık direniş ve kurtuluş mücadelesi, Türk köksüzlüğünü de gündemde canlı tuttu. Osmanlıyı yok etmeye hizmet etmiş olan Kuvayi Milliye piçleri kendileri gibi karaktersizleştirip haramzadeleştirdikleri pislik kişiliklerle, Türk ırkını oluşturamadılar. Birileri ben, Çerkez Kökenli Türküm veya ben Gürcü kökenli Türküm ve benzeri ifadelerle maskaralığı sürdürüyorlarsa da bir Türk ırkı kökleşemez. Çünkü öyle bir ırk yoktur. Bir insan Kurd kökenli veya Türkmen kökenli Türk olamaz. 1923 Lozan anlaşmasıyla, zorbaca dayatılmış olan bu maskaralık, yerine, Kurd kökenli Türkiyeli veya Türkmen kökenli Türkiyeli söylem gibi diğer ırklar da bu yöntemi kullanma hakkına sahip olsalardı, belki kalıcı ve uygar devlet yapılanması oluşabilirdi. Barbarlığa dayalı uygulamalarla yanlış başlayan Türkleştirme maskaralığı, yüzyıl sonra yerinde sayıyor. Şimdi, Türkiye yönetimi, Kurd varlığını hazmedemiyor. Kurd halkı de haramzadeliği kabul etmiyor. Dolayısıyla Kurdüm demek bir yana “Kurdçüyüm” demek, Türklüğü kabul ettirmekle görevli maskaralar tarafından hedef alınıp imha edilmek için yeterli nedendir. Bu görevi üstlenenler Türkiye’yi yönetenlerdir. Biz Kurdlere saldırırken, her türlü çirkefliği yapıyorlar. Yaptıklarıyla kalıcı korku salıyorlar. Korku, ölümden çok daha fazla gelişmeye engel bir yöntemdir. Aileye zarar vermek, işini tezgâhını yok edip ailenin geçimini sağlayamamak, işkence, zindan, iftira vesaire. Ben Türkiye’den temelli çıkmadan gerçek ve uygar devlet yapılanmasının sağlanması için inançla çalışırken, bu acı gerçeklerle tanıştım. Yaşamım da ilk kez ürktüm. Sonra da kendi kendime, korkuyu yenmeyi kararlaştırıp korkuyu yendim. Önce ölüm korkusunu sonra da tüm korkuları, Türk b zulmüne yükleyip kökünden yok ettim. Yeni mücadele yöntemlerini geliştirdim. Her türlü zorluğa, baskılara, saldırı ve dayatmalara hazırlandım. Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü onursuzluğunu, fırsatçılık ve çıkarcılığını doğru tahlil edemedim ki, bu eksikliğimin bedelini yirmi beş yıldır rehin tutularak ödüyorum. Bu hususu rahmetli Mahmut Baksi’nin redakte ettiği ‘Teyrê Baz’ ya da ‘Bir Kurd İs Adamı’ adlı kitaptaki yazılarımda detaylı olarak izah etmiştim. Teyre Baz adlı kitapta ufak tefek yanlışlar var. Selahattin Çelik ile benim röportajım olduğu ileri sürülerek kitabın sonuna iliştirilen bölüm ise temelsizdir. Benimle hiçbir ilgisi yoktur. Birileri Mahmut Baksi’ye o bölümü o kitaba eklemesini benim istediğimi söylemiş. İngilizce olarak yayınlamış olduğumuz aynı kitap o bölüm çıkarılarak baskıya verildi. Teyre Baz kitabının Türkçesini de düzelteceğiz.
Bir Kurdler silah yerine bilgiyle donanmalıyız. Kurdistan topraklarının tamamını birleştirip, Kurd halkının hepsinin birlikte yaşayabileceği Bağımsız Kurdistan Birleşik Devletlerini resmileştirmeyi tek hedefimiz olarak kabul edip bu hedefe varmaya odaklanmalıyız. Kurd halkı için gerekli olan budur.
Toplama ırklardan yeni bir ırk icat edilerek, böylesi köksüz toplama ırkı köklü ve soylu ırkların başına üst bir ırk, üst bir kimlik olarak zorla kabuk ettirilmek istenmesi mümkün değildir. Doğanın kurallarına aykırıdır. Mantık, doğa ve insanlığa aykırı olan bu yöntem, son yüz yıldır hiç bir olumlu sonuç vermemiş. Kendilerine zorla, siz Türksünüz denilerek kendi kökenleri ve dilleri unutturulmaya çalışılmış. Bu uygulama da başlı başına zulüm olduğu gibi ahlaksızlıktır. Zorla kendilerine siz Türksünüz denilenlerin kendileri de Türk olmadıklarını bildiklerindendir ki ezik ve azgın kişilik edinmişler. Duygusuzlaşmışlar. Kendilerine yapılmış olan zulmü unutturmak için başkalarına zulüm etmeye yönelmiş ve öylece tatmin olmaya çalışmışlar. Kendi ulusal kökenleri gibi insanlık soyundan da nefret edecek bir duruma sürüklenmişler.
Yeni oluşturulmak istenen Türk ulus devletinin eğitim ve öğretim sistemi de yalanlara dayalı olarak geliştirilmiş. Bozkurt hikâyesi, Ergenekon hikayesi, tarihte sözde on altı Türk Devletleri hikayesi, Türkiye’de yaşayan herkes Türk‘tür hikayesi, bir Türk dünyaya bedeldir uydurması gibi. En çirkini de Kurdler öz be öz Türk’tür, diyebilmeleridir. Normal insanlar, bu tür uydurma yalanlara ‘‘ha sittir ulan” deyip geçiştirebilirler ama bunlar Türkiye de eğitim kurumunun yurttaşlık ve kimlik öğretimi olduğundan dolayı, Türkiye Devlet yönetimi, normal bir Devlet yönetimi yapılanmasını oluşturamıyor. Kurdistan ulusal kurtuluş mücadelesi, Kurdlerin kendi soylu kimliklerine sahip çıkmak yürüttükleri mücadele Türkleştirmek istenenler içerisinde bazılarının insani duygularını açığa çıkarıyor. Türklük dayatmasının bir yalandan ibaret olduğunu, bozkurt hikayesinin aslında uydurma bir senaryo olduğunu, Tarkan adıyla zaten bilindiğini, bir Türk’ in Dünya’ ya bedel olduğu hikayesinin de utanç verici bir söylem olduğunu da öğrenip algıladıklarında kendilerinden ve Türklük dayatmasından nefret etmeye başlıyorlar. Kurdlerin kurtuluş mücadelesine saygı duymaya başlıyorlar. Kendileri için de yeni bir kimlik edinme arayışına yöneliyorlar. Profesör Mümtaz Türköne bu hususta en doğru örnektir. Zaman Gazetesinde yazdığı yazıların hepsi bu yönlüydü. Hayal kırıklığını, öfkesini çok net olarak paylaşıyordu. Bunun için kendisine ‘‘Fetöcü terörist” deyip hapse attılar. En azgın bozkurt Türkçü, militan kişilik, uygar bir kimlik edinmeyi tercih edince, kendisine terörist deyiverdiler. Mümtaz hocaya eroinci de diyebilirlerdi. Mümtaz Türköne uydurma Türk kimliğini reddedip insan kimliğini benimsemeyi tercih ettiğinden dolayı hapsedilmiş. Mümtaz Hoca ‘‘ne mutlu Türküm’’ demeyi reddedip, ‘‘Ne mutlu insanım diyene’’ demeyi tercih ettiği için en yüksek saygıyı hak ediyor. Mümtaz Türköne’ nin kaldığı, hapishaneyi bilen okuyucumuz varsa, kendisine bu yazımı göndermelerini rica ediyorum
Türkiye, bu yapısıyla konumunu sürdüremez. Köpükten oluşan bir devlet ve kartondan oluşan yöneticileriyle en ufak bir rüzgârla ortalık karışır. Benim otuz yıl önce açıkladığım bilgilerin ve her Türkiyeli vatandaşın bildiklerini, birileri açıklayınca şok etkisi yapmasının nedeni de budur. Kendilerini Türkiye kimliğine bağlı kabul edenler, Türkiye’nin demokratik normlar temelinde uygar hukuk devletini oluşturmaya çalışmalıdırlar. Bu ucube yapı ile Türkiye’ de, Türk kimliğiyle huzur ve istikrar oluşamaz. Türkiye’de yaşıyor olan İngilizler, Almanlar ve diğer yabancılar, çok mutlu yaşıyorlar. Rüşvet, kabalık ve sivrisineklerden başka şikâyetleri yok. Çünkü kimse onlara siz, ‘‘ne mutlu türküm diyene” diyeceksiniz çünkü siz Türksünüz, diyemiyor.
Bu izahatlarımız bazılarına göre önemsiz olarak görülebilinir. Bize göre insanların aidiyetleri kendileri için önemlidir. İnsanların ana dili, kimliği, inancı ve Welatı, insanlar için öncelikli aidiyetlerdir. Bazı insanlar İnançlarını değiştirebilirler. Müslüman doğmuş bir insan inancını değiştirebiliyor. Bu insan diğer dini inanç mensubu olarak doğmuş insanlar içinde geçerlidir. Ancak hiç bir insan ulusal kimliğini değiştiremez. Bir insanın ait olduğu ulus o insanın kökenidir. Kimliğidir. Değiştiremezsiniz. Özellikle insanlara kendi kimliğini, ulusal kökenini inkâr ederek, yok sayacaksınız. Bizim gücümüz var diye, bizim size uygun gördüğümüz ulusal kökeni, kimliği kabul edeceksiniz diyemezsiniz. Bu hukuki olarak bir insanlık suçudur, soykırım suçudur. Ayrıca ahlaksızlıktır. Bir devlet bunu zorla dayatıyor, kabul ettirmek amacıyla sistemli uygulama yapıyorsa, o devlet, devlet olma konumunu yitiriyor, bir terör, çete yapısına dönüşüyor. Türkiye özelinde yalnızca Kurdlere yönelik uygulamalar değil, diğer ırklara yönelik uygulamalarıyla da, devlet olma konumunu hak edememiştir. Bir suç örgütü olarak kendini kabul ettirmeyi dayatmıştır. Bazı gruplar ve bazı ülkeler, devletlerin çıkarlarına uygun olduğundan Türkiye’nin işliyor olduğu suçları görmezlikten geliyor olmaları da hem Türkiye’nin işlemiş ve işliyor olduğu soykırım ve insanlık suçlarının suç ortağı olduklarını ve ahlaksızca kendi çıkarları için, insanlığa yapılıyor olan ahlaksızca zulme ortak olduklarını söylemeliyiz
Bugünlerde, Atina’ dan Litvanya’nın başkenti Riga’ ya gitmekte olan bir sivil yolcu uçağı Belarus’un askeri uçaklarınca, kendi hava sahalarındayken, uydurma bir yalanla zorla, Belarus’un başkenti Minsk’e indirilmiş. Uçakta bulunan bir muhalefet mensubu gazeteci tutuklanmış. Avrupa ülkelerinin bu olaya tepkileri ikiyüzlü bir davranış olup, samimiyetsizliğin açık bir örneğidir. Aynı Avrupa Birliği ülkeleri, en başta Yunanistan ve Hollanda Türkiye ile işbirliği yaparak, Sayın Öcalan’ı Kenya da tuzağa düşürerek, rehin alınıp kaçırmanın organizesine hizmet ettiler. Birçok Kurdistanlı siyasi şahsı benzeri yöntemlerle faşist Türkiye Devletinin işkencecilerinin eline teslim ettiler. Beni Hollanda’da rehin alıp Türkiye’ye teslim edebilmek için tuzak kurup Hollanda-Belçika sınır hattında rehin aldılar. Yirmi beş yıldır bana, sistemli olarak zihinsel baskıyla işkence yapıyorlar. 2004 yılının başına kadar tecrit altında fiziksel ve zihinsel işkenceye maruz kaldım. Türkiye ve Hollanda devlet görevlilerinin hazırlamış oldukları sahte evraklar delil olarak uydurulmuş ve yirmi beş yıldır rehin tutuluyorum. Davamın dosyalarının içindeki sahte belgeler, dünya basınına dağıtılmış olup sosyal medya ortamında herkese açıktır. Avrupa Birliği parlamentosunun finanse etmiş olduğu iki kitapta, benim davam, Avrupa Birliği ülkelerinde adaletin güvenle korunamadığına örnek gösterilmiş ve Avrupa Birliği ülkelerinin üniversitelerinde hukuk eğitim derslerinde öğretim amacıyla kullanılıyor. Amerika Birleşik Devletlerin kongresinde dört saat süreyle, benim avukatım dahil, davam konuşuldu. Oturumun başkanı ,Hüseyin Baybaşin bir NATO üyesi ülkede rehin tutuluyor dedi, Kurdlerle ilgili kendi bildiklerini izah etti. Avrupa’nın tek bir ülkesi veya Avrupa parlamentosu ya da bir kurumu benim davam hakkında tek kelime konuşamıyorlar. Çifte standardı aşan bu ahlaksızlığa seyirci kalıyor olanlar Belarus’ta veya başka bir ülkede yapılıyor olanlara yönelik söz söyleme hakkını sahip değildirler.
Olaylara genel bir değerlendirme yapıyorken, biz Kurdlerin kendimize sahip çıkmaya mecbur olduğumuzu, bunun için kendi bağımsız devletimizi, Kurdistan Birleşik Devletlerini resmileştirmeye, bu amaçla çalışmalarımızı yoğunlaştırmak zorunda olduğumuzu hatırlatarak, bu yazımı, Kürdçü soydaşlarımı saygıyla selamlayarak noktalıyorum.
Saygılarımla,Hisên Baybaş