Çalışmalarımızı yakından takip eden soydaşlarımızın mesajlarını ve yorumlarını dikkatle izliyoruz. Son dönemlerde devlet yönetimi içerisinde bazı değerlerin ve insanların mesajlarıyla birlikte bizlere ilettikleri sorular da oluyor. Bu çerçevede, yalnızca siyasi çalışmalarımızla değil, aynı zamanda insani ve evrensel değerlere dair birkaç cümle kurmakta da yarar görüyoruz.
Her şeyden önce, biz Türkiye’de yaşayan ve Kurd olmayan hiçbir insanı kendimize düşman olarak görmüyoruz. Bizim itirazımız, devletin yönetim şeklinedir. Devletin yönetim anlayışı, tüm vatandaşların hak ve hukukunu güvence altına almayı hedeflemediği için; dahası, farklı düşüncelerin baskı ve şiddetle susturulmasını temel yöntem olarak benimsediği için, bu yönetim biçimine karşı tepkimizi ifade ediyoruz. Tepki, etkiden doğar. Kurdler de Türkler gibi bu ülkenin hak sahibi yurttaşlarıdır; kendilerine ait bir dilleri, özel bir kültürleri ve soylu, değerli bir tarihleri vardır. Bu hakları koruma ve geliştirme hakkına da sahiptirler.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar bu hakları tanımamışsa, bu durum devletin kendi kusurudur. Kardeşiz demekle kardeşlik sağlanmaz. Aksine, bu söylem çoğu zaman Kurdler’e karşı bir hakaret ve aşağılama biçimine dönüşmektedir. Kurdleri yok sayarak, aşağılayarak kardeş saymak, açık bir utanmazlıktır. Bunun artık görülmesi gerekmektedir.
Eğer gerçekten kardeşsek, Lozan Antlaşması’nda Kurdler’e tanınan haklar neden hayata geçirilmedi? Dert neydi? Sonrasında iktidara gelen Adalet Partisi’nden bugünkü AK Parti’ye kadar –istisnalar hariç– hiçbir parti Kurd meselesine sahici bir şekilde eğilmemiştir. Kurdlüğün onuru ve hakları için mücadele eden samimi insanların sayısı çok azdır. Bu partilerin içinde elbette değerli insanlar olmuştur, ancak kurumsal olarak bu partiler Kurd halkının hakikatiyle ve haklarıyla ilgilenmemiştir.
Gerçekten kardeşlik söylemi içi dolu bir sözse, bu ülkede yaşayan Yahudiler, Ermeniler gibi halklar kendi dillerinde eğitim alabiliyor, ibadetlerini özgürce yerine getirebiliyor, kültürel kurumlarını kurup kendi tarihlerini aktarabiliyorlarsa, aynı haklar neden Kurdler için tanınmıyor?
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan birinci cumhuriyetin yöneticileri, işgal güçleri tarafından atanmıştır. Bu iddia, Sykes-Picot Antlaşması ile somutlaşmıştır. 1916 yılında bu antlaşmayla Türkiye’nin sınırları şekillendirilmiştir. Bugün hâlâ bazıları “biz kurtuluş savaşı verdik” söylemiyle bu gerçeği görmezden geliyor olabilir. Ancak Kuvayi Milliye ve Mustafa Kemal çerçevesi de bu sürecin bir parçasıdır. Tıpkı Suriye, Ürdün, Kuveyt ve Körfez ülkelerinin yöneticilerinin atanması gibi, Türkiye’nin yöneticileri de o dönemde benzer şekilde atanmıştır.
Daha sonra 1950’lerde Demokrat Parti, 1960’larda Adalet Partisi ve çeşitli siyasi partiler yönetime gelmiştir. Fakat bu süreçte merhum Turgut Özal dışında hiçbir lider bu soruna gerçekçi bir yaklaşım sergilememiştir. Devleti yönetenlerin çıkıp, “biz bu sorunu adam gibi, insan gibi, adap ve ahlaka uygun bir şekilde, hak ve hukuk çerçevesinde çözmeliyiz” demesi gerekmektedir. Bu samimi cesareti, eksik de olsa bir dönem Devlet Bahçeli’nin söylemlerinde görmek mümkündür. O da “kardeşlik” vurgusundan bahsetmiştir. Ancak kardeşlik lafla değil, hukuki teminatla sağlanır.
Sen Osmanlı’da büyümüş bir milletsin, Kurdleri yok sayamazsın, “Kurd yoktur” diyemezsin. Ben Devlet Bahçeli’nin yakın çevresinden birçok insanı tanıyorum; birçoğu Kurdi konuşuyor. Bu halkı yok saymak mümkün mü?
Bugüne kadar gelinen aşamada, “Kurd ne kadar Türk ise, Türk de o kadar Kurddür” gibi söylemlerle bu rezalet düzeltilmez. Bugünkü devlet yapısını ayakta tutan siyasi partilerin tamamı –sadece DEM Parti değil, MHP, AK Parti ve diğer partiler– Kurdler’in oylarıyla meclise gitmişlerdir. Eğer bu vekillerin sayısı toplansa, mecliste çoğunluğu oluşturacak sayıya ulaşırlar. Bu temsilciler, artık Türk milletinin hak ve hukukunu olduğu kadar Kurd milletinin hak ve hukukunu da yasal güvence altına almak için çalışmalıdır.